2 Nisan 2007 Pazartesi

Töre kurbanları.

Hayat dolu bir kızdı. Evin en küçüğü ve en sevimlisiydi. Okulunu iyi derecede bitirerek sonunda okuduğu üniversitenin başarılı bir asistanı olmuştu. Pek büyük olmayan ama sevgi dolu bir yuvada ona en yakınları olan yeğenleri ile birlikte bu mutlu anı kutluyor, üniversite de okurken ona her zaman destek çıkan, çevresindeki kötü niyetli insanlarından koruyan, kanatları altına alıp destekleyen, her kötü olayın olduğu zaman da yanı başında bitiveren bir erkek arkadaşına gönlünü kaptırmıştı, onu ne kadar çok sevdiğini ve şimdi okulunu bitirdiğine göre ailesine durumu bildirip, onunla evlenmek istediğini büyük bir coşku ile onlara anlatıyordu. Arzu ve Mert aynı okulda okurken, bu beraberliklerini kıskananlar olduğu kadar yadırgayanlar da vardı. Çünkü bu güzelliği bozan aralarında mutluluk değil, Arzunun fiziksel durumuydu. Arzu, küçükken ailesi ile birlikte babasının tayini nedeniyle İstanbul’a giderken geçirdikleri trafik kazası sonucu sol ayağını kaybetmiş, uzun süre psikolojik tedavi görmüş, azmi ve iradesi sayesinde kısa zamanda yeniden eski durumuna kavuşmuş iyi huylu, sevecen, etrafına her zaman pozitif ışık veren, bu eksikliğini kimseye hissettirmeyen, son derece zeki, hırslı, elde etmek istediğini var gücü ile çalışarak sahip olan, kumral saçları ve ışıl, ışıl parlayan masmavi gözleri ile dikkat çeken güzel, neşeli bir kızdı. Mert ise gerçekten tüm kızların hayranlığını duyduğu ve pek çok kızın da peşinden koştuğu ama bir türlü kendilerine bağlılık ve aşkı sağlayamadıkları sportmen vücuda sahip, Arzunun aksine simsiyah saçları ve zeytin gibi gözleri olan yakışıklı bir gençti. Arzu onda, terk ettiği yörenin insanların havasını buluyordu. Ailesi zengindi. Bu ilişkiden de haberleri yoktu. Mert de okulunu en iyi derecede bitirmiş ve babasına ait bir şirketin yönetiminin başına geçmişti. Onu mutlu ve iyi bir gelecek bekliyordu. Tek sıkıntısı, ailesinin Arzu ile olan beraberliği ve onunla bu evliliğe nasıl bakacağıydı. Mert için annesinin gönlünden geçirdiği ve her zaman dilinden düşürmediği, gerçekten güzel ama şımarık yetiştirilmiş yakın dostu Derya hanımın kızı Sibel di. Babası, Mert’in babasından daha varlıklıydı. Son zamanlarda bu isim anne ve babası tarafından çok kullanılır hale gelmişti. Mert Okulunu bitirmiş ve babasına ait bir şirkette yönetici olmuştu ve bu evlilik için her şeyin hazır duruma geldiğinin bir işaretiydi. Bütün bunlardan habersiz olan Mert ve Arzu sık, sık bir araya gelip gelecekleri için planlar yapıyor, ailelerine evlilikleri için nasıl bir yöntem kullanarak söyleyeceklerini konuşuyorlardı. Kaçamak yaptıkları ve birlikte oldukları günleri anlatarak mutluluklarını pekiştiriyorlardı. Birbirlerini deli gibi sevmelerine rağmen Arzu bu konuda çok endişeliydi. Çünkü onun bir mazereti vardı. Mert’in ailesi bunu nasıl karşılayacak ve onu nasıl kabullenecekti. Bu soruyu kendi kendine soruyor, bir türlü içinden çıkamıyordu. İçlerindeki korku ve endişe giderek artıyor ama ne olursa olsun bu beraberliği de sonuna kadar devam ettirmek istiyorlardı. Arzunun rüyalarına kadar girmiş, uykuları kaçıyor, sık, sık kâbuslar görüyordu. Mert ve Arzu artık bu işi daha fazla uzatmamak için bunları anlatmaya karar verdiler ve bunu her ikisi de ailelerine hafta sonu söyleyecek, haftanın ilk günü buluşup gelişmeleri bir birlerine anlatacaklardı.

O gün hava çok soğuktu, şiddetli kar etrafı bir pamuk tarlasına döndürmüştü. Yollar kapanmış, yaşam zorlaşmıştı. Arzu, babasının işten dönüşünü, bu sıkıntılı ama önemli olan evlilik müjdesini vermek için sabırsızlanıyordu. Mert ise annesinin habersizce eve davet ettiği, ne ile karşılaşacağını henüz bilmediği Sibel ve ailesini ağırlamakla meşguldü. O da babasının yoğun iş trafiğinden bir an önce kurtulup eve dönmesini bekliyordu. Şömineden çıkan ateş ortalığı hem ısıtıyor hem de loş bir görüntü veren odayı aydınlatıyordu. Bütün bunlara rağmen oda soğuk bir atmosfer içindeydi. Sanki yağan kar, soğuk ve kış dahi onları kıskanıyor, acımasızca hiddetini göstererek sanki bu evliliği engellemek istiyordu. Ortalık iyice kararmış sokaklarda insanlar zorlukla yürüyor, evlerine biran önce ulaşmanın telaşı içinde gidiyordu. Beklenen zaman bir türlü bitmek bilmiyordu. Mert de Arzu da ayrı yerlerde olmalarına rağmen aynı duyguları hissettikleri, bunun bir an önce bitmesi için, sık, sık saatlerine bakarak gösteriyordu. Zaman uzadıkça içlerindeki korku daha da artıyor, bir aksilik olacakmış gibi endişe duyuyorlardı. Bir ara annesi Mert’in saatine sıkça baktığını fark etmiş olacak ki, bunun nedenini sorduğunda hiç cevabını almıştı. Ortalığı sakin ve sıkıntılı havasından kurtarmak için Mert’in annesi söz alarak Sibel hakkındaki düşüncelerini söylemeye başladı. Mert’e dönerek “Sana ve Sibel’e bir sürprizimiz var. Artık ikinizde büyüdünüz ve şimdi bir iş adamısın. Bizler karar verdik Senin, Sibel ile evlenmeni istiyoruz. Bu gece bu nedenle burada toplandık. Babanda böyle olmasını arzu ediyor, birazdan o da burada olacak” diye sözü bağladı. Mert şaşkınlık içinde bir annesinin yüzüne bir de Sibel’in yüzüne baktı, ne diyeceğini şaşırarak yerinden fırlayıp müsaade istedi ve odadan çıktı. Eli, ayağı titremeye başlamıştı. Oysa ne büyük hayalleri vardı. Babasının da aynı düşüncede olması olayı iyice zora sokmuştu. Mert’in annesi Helen Hanım ve Sibel şaşkınlık içinde birbirlerine bakakalmışlardı. Annesi Mert’e sürpriz yapmak için bugüne kadar bu olaydan bahsetmemişti. Mert’in dışında herkesin haberi varmış gibi görünüyordu. Tam bu sırada uşak dış kapıya doğru yönelmiş kapıyı açmak üzereydi. Mert bir anda neye uğradığının şaşkınlığı içinde kapının zilini dahi duymamıştı. Babası gelmiş ve uşak elindeki çantasını, evraklarını ve şapkasını alarak çalışma odasına götürürken babası ile yüz, yüze geldiğinin farkında bile değildi. Babası, Mert’in kolundan tutarak neşeli bir şekilde onu salona getirdi. İçeri girdiklerinde Sibel ve Mert’in annesi Helen Hanım bu olayın şokunu hala üzerlerinden atamamışlardı. Mert’in babası Semih Bey geciktiği için dostlarından özür dileyerek söze girdi. “Dışarıdaki kar ve fırtınanın gazabına uğradım ve gerçekten çok zor şartlarda eve ulaştım” dedi. Hemen sözünün bitiminde, Sibel’in ve ailesinin bir araya toplanma sebebini izah etmeye geçti. Her şeyden habersiz ve az önce öğrendiği olayın şokunu hala üzerinden atamamış olan Mert sesini dahi çıkartamadı. Babasından o kadar çok korkuyordu ki ne diyeceğini bilemiyordu. Suskun kaldı. Annesi Helen Hanım bunu fark etmiş olacak ki, Mert’e seslenerek yemeği hazırlamaları için uşaklarına söylemesini istedi. O gün Mert’in dışında herkes eğlenmişti. Semih bey ve Sibel’in babası Bülent ile bu anı kadeh kaldırarak kutluyorlardı. Şaşkınlık içinde Mert, ne söyleyeceğini ve ne yapacağını bilemez durumda aptal bir görünüm içersinde dalgın, dalgın şöminedeki ateşe doğru bakıyordu. Sibel’le çocukluktan beri beraber oldukları için ona karşı bir sevgi duymamış, sadece çocukluk arkadaş gibi görüyordu. Sibel ise onu çocukluğundan beri sevmiş ve şimdi hayalleri gerçek olacaktı. Olaylar öyle gelişmiş ki bütün bunlar Mert’ten habersiz buraya kadar gelmişti ve bu yüzden kendini aptal biri gibi görüyordu. Bunu nasıl düzeltecek, başka ne gibi sürprizlerle karşılaşacaktı. Korkusu bir kat daha arttı. Arzuya ne diyecekti. Uzun, uzun düşünmeye başladı. Aileler o gece geç saatlere kadar oturdu ve bu mutlu günü iyi bir şekilde noktalayıp, çocuklarının gelecekleri için planlar yaptılar. Dostları evden ayrıldıktan sonra Mert tüm cesaretini toplayıp annesinin yanına gitti. Oturma odasında yalnız oturuyor ve şimdiden gelinlik mecmualarına bakarak gelini için çok güzel bir örnek arıyordu. Yanına yanaşarak, birden dilindeki o sözcükler ağzından çıkarıverdi. “Anne, ben Sibel’le evlenmek istemiyorum. O benim sadece arkadaşım. Çocukluğumuz birlikte geçti, ama ben, bir başkasını seviyorum”dedi. Anne Helen, bir anda şaşkın bakışları ile ancak “ne” diyebildi. Kızgın ve hiddetli bir şekilde “Kim bu kız” dedi. “Okuldan” cevabını aldı. “Adı Arzu. Onu çok seviyorum. Üniversitede asistanlık yapıyor. Çok şeker bir kız. Görünce onu seveceksin.”dedi. Anne Helen Hanım bir süre sessiz kaldı. Düşünmeye başladı. “Bu konuyu daha sonra konuşuruz” diye odadan ayrıldı. Kafasından bir anda pek çok şey geçirmeye başladı. Oğlunu da düşünüyordu. Acaba nasıl bir kızdı. Ona niçin âşık olmuştu. Gerçekte seviyor mu yoksa zengin olduğu için ondan yararlanmak mı istiyordu. Birleşme aşamasına olan büyük iki şirketin durumu gözlerinin önüne geldi. Tüm bunları aklından geçirdi. Bu iş olmamalıydı. Bunu halletmenin bir yolu olmalı, bu yüzden eşiyle konuşmaya karar verdi. Yatak odasına yönelerek içeri girdi. Baba Semih Bey henüz yatmak üzere iken hemen konuya girdi. “Mert, Sibel ile evlenmek istemiyor, Arzu adında üniversitede asistan olarak çalışan bir kıza âşık olmuş” diyiverdi. Baba Semih Bey, büyük bir şaşkınlık içinde yatmak üzere iken yataktan fırladı. Bağırarak, “olmaz böyle şey” dediğini Mert odasından bile duymuştu. Bunu halletmek üzere hemen Mert’in odasına doğru yöneldi. Kapıyı vurmadan büyük bir hışım ile içeri girdi masaya elini vurarak, “Bu evlilik olacak Sibel ile evleneceksin yoksa tüm servetimden seni mahrum bırakırım,” dedikten sonra kapıyı vurarak odayı terk etti. Mert dona kalmıştı. İçinden bir şeylerin koptuğunu hissetti. Oracığa, dizleri üzerinde yığılıp kaldı. Korktuğu şey başına gelmişti. Bir süre sonra yerden kalkarak yatağına uzandı. Bunu nasıl çözümlemeliydi. Gözleri doldu, erkek olmasına rağmen gözlerinden bir iki damla yaş yanaklarından aşağıya doğru süzülerek yastığın pamukları arasında kayboldu. Elleri titriyor, ağzından “Arzu” sözleri çıkıyordu. Uzun bir süre tavana baktı. Günün yorgunluğu ve sıkıntılı ortamından olacak ki üzerindeki elbiselerle yatağının üzerinde uykuya kaldı.

Öte yandan Arzu’nun evinde pek yoğun bir hareketlilik vardı. Gece yarısı olmuş, babası Murat Bey hala evine dönmemişti. Arzu takma ayağına rağmen erkek kardeşiyle ile birlikte onu aramak için hazırlandı. Dışarı çıktılar. Kar, bütün acımasızlığı ile yağıyor, kar taneleri bir o taraftan bir bu taraf dan dan rüzgârın da etkisiyle savrulup duruyordu. Yürümekte zorluk çektikleri için birbirlerine yakın gidiyorlardı. Evleri şehir in hemen dışında olması nedeniyle babalarının başına kötü bir şeyin gelmesinden endişe ediyorlardı. Korktukları da başına geldi. Evden henüz yüz metre uzaklaşmamışlardı ki Arzunun ortopedik ayağı yerdeki bir şeye takıldı. Üzeri karla kaplı olduğu için önce ne olduğunu anlayamadılar. Ancak karları temizlemeye başladıkları sırada babasının sabah çıkarken giydiği paltosunun rengi olduğunu fark ettiler. Babasıydı. Karı temizleyip onu yerden kaldırdılar. Hala yaşıyordu. Nefes alıyordu. Hep birlikte kollarından tutarak onu eve taşıdılar. Üzerindekileri çıkartıp rahatlaması için tüm vücudunu ovalamaya başladılar. Bir yandan da telefona sarılıp en yakın hastaneden yardım isteyecekler di ki hatlar çalışmıyordu. Telefon hatları kopmuş, hiçbir yerle irtibat kurulamıyordu. Telaş içindeydiler. Babalarını her an kaybedebilirlerdi. Tüm aile elbirliği ile bunu atlatmak için var gücü ile uğraşıyordu. Oysa Arzunun bugün en mutlu günü olacaktı. Bunu dahi düşünemez durumdaydı. Babasının kurtulması için dua etmeye başladı. Çok yakınlarında oturan daha önce şehir hastanesinde hastabakıcı olarak çalışmış ve sonra emekli olmuş aile dostlarından Mehmet efendiyi çağırıp yardımcı olmasını istediler. Uzun bir uğraşıdan sonra baba kendine gelmeye başlayan Murat Beyin üzerini değiştirip yatağına yatırdılar. Yorgun ve bitkin düşen Murat Bey uyuyakaldı. Anne Seher Hanım ise korku içinde olanları izliyordu. Sobaya atılan her odun parçası ateşini arttırıyor oda biraz daha ısınıyordu. Sobadan gelen çıtırtı seslerinden başka odada çıt yoktu. Babalarının tekrar kendisine geldiğini görmek için tüm gözler ona çevriliydi. Bir hareket bekliyorlardı. Vakit iyice ilerlemiş sabah güneşi odanın içini aydınlatıyordu. Murat bey yatağında hala baygın gibi yatıyordu. Aradan uzun bir zaman geçti. Nihayet beklenen hareket göründü. Murat bey yavaşça gözlerini araladı, etrafına bakınarak, “ne oldu bana ?” diyebildi. Bu sözler üzerine ortalık bir anda sevinç gözyaşları ile çınladı. Arzu babasının yanına giderek olayları bir, bir anlattı. Gözyaşları içinde babasının ak saçlarını okşayıp sevincini belli etmeye çalıştı. Sıcak bir çorba hazırlayıp ona içirdi. Murat Bey yeniden eski durumuna gelmeye, yüzündeki o soğukluk gitmiş yerini pembe bir görünüm almaya başlamıştı. Artık bu kötü rüya bitmiş, yerini yeniden sevinç almıştı. Bir anda aklına Mert geliverdi. Babası ile görüşüp evlilikleri hakkındaki düşüncelerin anlatmış mıydı acaba. Sonra kendi durumunu düşündü. Babası bu halde iken ona hiçbir şey söyleyemezdi. Bir süre daha beklemeliydi. İyice kendine geldiğinde bu açıklamayı yapacaktı. Mert ile böyle sözleşmişlerdi. Şu an o ne yapıyordu. Telefon hatları arızalı olduğu için arayıp, soramıyordu. Sahi, bütün buları hallettikten sonra nerede buluşacaklarını hiç konuşmamışlardı. Büyük bir olasılık vardı, önemli buluşmalarını hep okulun kütüphanesinde yaparlardı. Yine Mert’in okula geleceğini ve kütüphanede buluşup bu mutlu anı paylaşacaklarını düşündü. Hayal âleminde iken babasının sesi ile irkildi. Koluna girerek, “sizinle biraz konuşmak istiyorum” dedi. Annesinin bulunduğu oturma odasına geçtiler. Odanın içi hala sıcak ve parlayan güneş ışıkları odayı iyice aydınlanmıştı. Eşini ve kızını neşeli bir şekilde gören anne Seher hanımın da yüzü güldü. Onları karşısına oturtarak, “bizi çok korkuttun Murat” dedi. “Az daha hepimizi üzecektin. Neyse ki bunu ucuz atlattık” dedi. Arzu, bu güzel tabloyu kaçırmamak için araya girerek, “asıl benim size bir sürprizim var” dedi. “Artık okulumu bitirdim. Aynı okulda da iş buldum. Evlenme zamanım geldi sanıyorum” dedi. Hepsi bir anda “nasıl ?” diyerek sözünü kesmek istediler.

Baba Murat bey eşine işaret ederek kızı Arzuyu dinlemek istediğini belirtti. “Önemli bir konuya parmak bastı, dinleyelim bakalım bize neler anlatacak” dedi. Arzu hiç susmadan bütün olanları bir çırpıda anlattı. “Her ikisi de hayırlı ise olsun kızım” diyerek onun bu mutluluğuna ortak oldular. Her ikisinin de sevinç den gözleri doldu. Arzu bu sözleri duymanın mutluluğu ile adeta uçan bir kuş gibi hissediyordu kendini. Hafiflemişti. Saatin bir an önce on ikiye gelmesini, kütüphanede Mert’le buluşup bu mutluluğu onunla paylaşmak istiyordu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor, içi içine sığmıyordu. Bir daha kötü bir şey yaşamamak için Allah’a dua ediyordu.

Diğer tarafta Mert ise çok büyük bir yıkım içersinde güne başlamış, bu olayı nasıl çözeceğini düşünüyordu. Tekrar kendini toparlayıp annesinin yanına gitmek istedi. Onu en iyi anlayacak oydu. Bunu bir tek annesi halledebilirdi. Odasına yaklaştığında babası ile annesinin yüksek sesle konuştuklarını duydu. Onları dinlemeye başladı. Belki iyi bir şey değildi ama kendisi ile ilgili konuştuklarını biliyordu. Baba Semih Bey tüm hiddetiyle eşinin bu olaya müdahale etmemesini, artık burada kapandığını, Mert’in Sibel ile kesinle evlenmesinin şart olduğunu söyleyerek sözünü bitirdi. Mert hemen kapıdan uzaklaştı. Babası dışarı çıkmak üzereydi. Annesi Helen Hanım çaresizlik içinde odanın ortasına beklerken Mert içeri girdi bir şeyler söylemek için annesinin yanına yaklaştı. “Ben, Sibel’le evlenmek istemiyorum. Arzuyu seviyorum. Onsuz yaşayamam” diyerek, annesine yalvardı. Annesi Mert’e dönüp “Oğlum, babanın iş durumu çok kritik, bu iş birleşmesi olmazsa bütün her şeyimizi kaybedebiliriz. Bu senin Sibel’le evlenmene bağlı” dedi ve yüzünü elleriyle kapatarak yapacak başka bir şey olmadığını göstermeye çalıştı. Mert’in bundan haberi yoktu. Herhalde odaya gelmeden önce bunlar konuşulmuştu. Birden, yüzündeki ifade değişiverdi. “Demek bütün mesele buydu” dedi. Arzu ya bunu nasıl açıklayacaktı. İki arada kalmıştı. Gözlerinin önüne bir anda o sahne geliverdi. Her ikisi de sessiz kalmıştı. Mert, Annesi Helen’e dönerek ondan bir ricada bulundu. Arzunun okuluna gidip onu görmesini ve Mert’in çok acil bir iş için yurt dışına çıkması gerektiğini, telefonların arızalı olması nedeniyle irtibat kuramadığını ve gelir gelmez kendisini arayacağını söylemesini istedi. Böylece bu süre daha zaman kazanabilirdi. Baba Semih Bey tüm bu konuşulanları unutmuş olduğu gözlüğünü almak için tekrar odasına döndüğü sırada tesadüfen duydu. İçinden, “ilk işim bunu halletmek” dedi ve odaya girdi. Hiç bir şey olmamış gibi yatağın yanındaki dolabın üzerinden gözlüğünü alarak tekrar odadan çıktı. Mert tekrar annesine dönerek “bir süre evde olmayacağım, yazlığa gidip orada kalmalıyım, görünmemem lazım, belki böylesi daha iyi olacak” dedi. Mert bu evin tek çocuğuydu. Bunun her zaman eksikliğini hissediyordu. Oysa bir kardeşi olsaydı, onunla bu duyguları paylaşabilirdi. Hiç vakit kaybetmeden arabasına atlayarak Silivri’deki yazlıklarının yolunu tuttu. Orada daha fazla düşünme fırsatı bulacaktı.

Arzu, ailesiyle birlikte kahvaltı yaptıktan sonra heyecanla odasına gitti. O gün Mert’e çek güzel görünmeliydi. Mert’inde beğeneceğini umduğu üzerinde Anadolu motifleriyle işlenmiş lacivert yün kazağı ile Mert’in doğum gününde hediye ettiği mavi zemin üzerine cepleri altın sarısı rengi ile işlenmiş kot pantolonunu giyerek hazırlığa başladı ve uzun kalın mantosunu da üzerine alarak evden telaş içinde çıktı. Yollar hala bir gün önce yağan o şiddetli karın etkisi altında kalmış yürümekte zorluk çekiyordu. Ana yola kadar yürümek zorundaydı. Buradan bir taksiye binerek okuluna gitti. Erken çıktığı için bir hayli vakti de vardı. Saat 11 gibi okulun bahçesindeydi Merdivenleri zorlanmadan çıktı. Oysa bu merdivenlerden çok çekmişti. Bir keresinde yine böyle acele ile çıkayım derken ilk basamakta ayağı kayarak yere yuvarlanmıştı. O günü ucuz atlatmıştı. Mert ona hep yardım eder ve rahatça yukarı çıkardı. Doğru kütüphaneye gitti. İçeri girdiğinde yüzü hiç yabancı gelmeyen biri ile karşılaştı. Mert’in annesiydi bu. Mert ’ile ilk tanıştıklarında Annesi ve babasının resimlerini göstermişti. Şaşırdı. Burada ne işi vardı. Acaba, Mert’e bir şey mi oldu diye içini korku kapladı. Yanına giderek kendisini tanıttı. “Ben Arzu. Mert’in arkadaşı” dedi. Helen hanım Arzuyu göz ucuyla iyice süzdüken sonra “Mert bugün gelemedi, dün akşam acil bir iş için yurt dışına çıkması gerekiyordu, telefonlarda arızalı olduğu için sana haber vermek için beni görevlendirdi” dedi. Arzunun ayağının sektiğini fark eden Helen Hanım “ayağınıza bir şey mi oldu” dedi. Arzu, demek Mert bu konuyu ailesine anlatmamıştı, diye düşündü. Gizlemenin de bir yarar sağlamayacağını, nasıl olsa bir gün öğrenecekler diye küçükken başından geçen o üzücü kazayı anlattı. Ailesini ve bir gün önce babasının karşılaştığı o kötü geceyi gözyaşları içinde anlattı. Helen Hanım, büyük bir dikkatle Arzuyu dinliyordu. Tam bunları konuşurken içeri Mert’in babası Semih Bey girdi. Helen hanıma “seni bekliyorum geciktik” dedi. Helen Hanım da şaşırmıştı, onun burada ne işi vardı, Semih bey, sanki hiç haberi yokmuş gibi eşine “beni onunla tanıştırmayacak mısın?” dedi. Şaşkın bakışları içinde Arzuyu göstererek “Mert’in kız arkadaşı Arzu,” Eşini gösterip “Mert’in babası Semih” dedi. Arzu şaşırmış bir vaziyette ne söyleteceğini bilemeden kekeleyip, “memnun oldum” dedi. Semih Bey söze girerek, eşini de yalancı duruma düşürmemek için “Mert’in çok acil bir işi çıktı yurt dışına gitti. Bir süre gelemeyecek. Sanırım, dönüşünde de yakın bir dostumuzun kızı Sibel ile evlilik hazırlıkları yapacak. Bunu bilmende yarar var, onu bir daha rahatsız etmeyin” diyerek eşinin kolundan tutup dışarıya çıkmak istedi. Helen Hanım bir şeyler mırıldanmak istediyse de beceremedi. Kütüphaneden hızlı adımlarla ayrıldılar. Arzu dona kalmıştı. Gözleri iyice doldu. Hıçkırmamak için kendini zor tutuyordu. Eli ayağı titriyor, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Bulunduğu yerde uzun süre sessiz oturdu. Korktuğu başına gelmişti. Şimdi ne yapacaktı. Bütün bunları Mert’in ağzından duymak isterdi. Acaba Mert nerelerdeydi. Kütüphaneden çıkarak hayattan zevk almayan biri gibi yürüyerek evinin yolunu tuttu. Taksiye binebilirdi ama yürümeyi tercih etti. Eviyle, okulu arasında epey uzun mesafe vardı. Hava bir hayli soğuk ve ürperticiydi. Hiçbir şey düşünemiyordu. Mert’in babasının sözleri kulaklarında çınlıyordu. “Seyahatten döndükten sonra Sibel ile evlilik hazırlıklarına başlayacak onu bir daha rahatsız etme” Etrafta neler oluyor farkında bile değildi. Karlara bata çıka hava kararmak üzere iken evin kapısından içeri girdi. Üstü başı perişan haldeydi. Annesi onu bu halde görünce “Sana neler oldu Arzu. Bu halin nedir böyle kötü bir şey mi oldu?” dedi. Annesi sobanın yanına oturtarak sırtın okşayıp “üzülme kızım”diyebildi. Anlamıştı. Mert ile ilişkilerinin sonu olduğunu. Arzu artık kendini tutamaz olmuş ağlamaya başlamıştı. Babası içeri girdi Arzuyu ağlar vaziyette görünce eşine sessizce “neler oluyor” dedi. Seher hanım eşinin kolundan tutarak “onu yalnız bırakalım dinlensin, kendine gelir” dedi. Diğer odada her şeyi anlattı. Birkaç saat sonra içeri girdiklerinde Arzu yürümekten yorgun düşmüş, oturduğu yerde uyuya kalmıştı. Uyandırmamak için üzerini örtüp, ışığı kapatarak odalarına çıktılar. Gece yarısı olmuştu, Seher hanım Arzunun odasından bazı sesler duyduğunu zannederek içeri girdi. Arzu sayıklıyordu. Ateşi vardı. Titriyordu. Sanki sıtma tutmuştu, uyandırdı. Hemen dereceyi koyarak ateşini ölçtü. 41 dereceydi. Oğlu Ahmet’i uyandırdı. Bir taksi çağırmasını istedi. Oğlu Ahmet ile birlikte kimseyi uyandırmadan en yakın sağlık merkezine götürdüler. Gece yarısı içersi bayağı kalabalıktı. Soğuk yüzünden pek çok kişi hastalık nedeniyle buradaydı. Doktora durumunu anlattı. Yapılan muayene sonrası aşırı derecede üşüttüğünü, ateşini düşürmek için ilaç verdiğini ve bu gece burada kalmasını istedi. “Yoksa çocuğunu her an düşürebilir” dedi. Seher hanım irkildi. “Yoksa hamilemi Doktor Bey” dedi. Doktor, Arzunun iki aylık hamile olduğunu dikkat edilmesi gerektiğini yoksa çocuğunu düşürebileceğini tekrarladı. Ahmet’e dönerek “bundan kimseye söz etmeyeceksin” diye ısrar etti. Seher hanım oğluna dönerek, “sen eve git ben onun yanında kalacağım. Evdekiler merak etmesin, sakın dediğimi de unutma” diyerek onu gönderdi. Sabahı zor geçirdiler. Ateşi düşmüştü. Doktor yanlarına gelerek “artık tehlikeyi atlattı.” Seher hanıma bazı tavsiyelerde bulunarak içmesi için birkaç ilaç yazdı. “Evinize gidebilirsiniz söylediklerimi de sakın ihmal etmeyin” diyerek onları uyarıda bulundu. Bir taksiye binerek tekrar evlerine döndüler. Eşi kapıda karşıladı. Merakla “ne oldu kızıma” dedi.“Annesi hiç bir şeyi kalmadı. Biraz üşütmüş. Doktor ilaç verdi” dinlenmesi gerektiğini söyledi. Arzuyu sobanın bulunduğu odaya yatırarak üzerini örtüp uyumasına sağladılar.

Mert Silivri deki yazlıklarında hiçbir şeyden habersiz başından geçen bu gelişmeleri ne şekilde yoluna koyacağını düşünüyor bu stresten kurtulmak için içkisini yudumluyordu. Şömineye üşümemek için kalınca bir kütük attı. Bu içilen her yudum onu daha çok efkârlandırıyordu. Şişedeki içki bitmiş dolaplardan yenisini arıyordu. Her tarafı karıştırıp bir şişe daha bularak onu da içerken sızıp kaldı. Sabah gün ağarırken kendine geldi. Başı kazan gibiydi. Sanki çatlayacaktı. Telefonun sesi ile irkildi. Hatlar düzelmişti. Ahizeyi kaldırdı, karşısında annesinin sesini duydu. Çok sessiz bir şekilde “baban uyuyor. Sana ulaşamadım. Neyse ki telefon hatları düzelmiş. Mert, bana söylediklerini aynen Arzuya anlatırken baban içeri girdi. Beni takip etmiş. Her şey yolunda gidiyordu ki, Arzuyu orada görünce olanları bir, bir anlattı. Kız neye uğradığını anlayamadı. Her şeyi öğrendi. Beni de sürükleyerek oradan uzaklaştırdı. Hiçbir şey yapamadım” dedi. Mert bir kez daha yıkılmıştı. Helen Hanım yan odada eşinin sesini duyunca hemen “kapatıyorum baban uyandı” derken telefonun sesi kesildi. Mert çılgın gibiydi. Başının ağrısı gittikçe artmıştı. Hemen bir ağrı kesici içmeliydi. Tüm aramalara rağmen ortalıklarda bulamadı. Annesinin yatak odasına giderek burada bulacağını düşündü. Dolaplar karıştırırken eline bir kutu çarparak içindekilerle birlikte yere döküldü. İçinde kendi küçüklük resimleri vardı. Tekrar kutuya yerleştirirken bebekken çekilmiş bir resim gözüne ilişti. Hiç tanımadığı güzel bir kadınla yakışıklı bir adamın arasında ve kadının kucağında duruyordu. Resmin arkasına baktığında Kenan, Aylin ve Can isimlerinin yanında irice HAYATA ELVEDE yazılıydı. Kafası büsbütün karıştı. “Kim di bunlar?” diye mırıldandı. Kutuyu kontrol etti. Uzun zamandır ellenmemiş eski bir mektup zarfı gördü. İçindekini çıkartarak okumaya başladı. Birbirini çok seven iki gencin dramıydı bu. Kenan ve Aylin’in evlenmelerine müsaade etmeyen ailelerin, kan davası yüzünden bu evliliğe karşı çıktıkları, dünyaya getirdikleri yavrularının başına daha büyük felaket gelmesin diye öldürülmek yerine intihar ederek çocuklarının kurtulması için Helen hanım ve babası Semih bey yazılmış bir mektup tu bu. Mektubun hemen içinde o günlerde çıkan bir gazete parçası ve üzerinde de iki gencin intihar haberi vardı. Mert resimdeki kişilerin gerçek annesi ve babası olduğunu öğrendi. Resmi cebine koyarak kutuyu yerine kaldırıp odadan çıktı. Arzu ne yapıyordu. Her şeyi öğrendiğine göre burada durmanın bir anlamı yoktu Tekrar arabasına binerek doğru şehirdeki evinin yolunu tuttu. Önce geçmişini öğrenmeliydi. Yollar karlı olmasına rağmen bir an önce evine ulaşmak istiyordu. Hava karmaya başlamıştı ki eve geldi. Doğru annesi ve babasını bulunduğu odaya girdi. Helen Hanım şaşkın babası Semih Bey ise bu evlilik sorununu çözmenin keyfi ile Mert’e baktı. “Burada ne işin var. Kuşlar sana bir şey mi söyledi” Alaycı bir tavırla annesini göstererek. “Hep bunlar senin yüzünden oluyor” dedi. Mert cebinden çıkardığı resmi göstererek konuşmasını bıçak gibi kesti. Her ikisi de şaşırmıştı. “Nereden buldun bu resmi” dedi. Helen Hanıma dönerek “Ben sana, bütün bu belgeleri yakmanı söylemiştim, şimdi tüm bunları anlat bakalım,” diyerek odadan hışımla çıktı. Mert annesi ile yalnız kalmıştı. Helen Hanım onu karşısına oturtarak tüm olayları bir, bir anlatmaya başladı. “Baban, bir işi için Londra’ya gelmişti. O zaman daha 20 yaşındaydım. Bir yerin adresini sormak için yanıma geldi. Ona yarım yamalak Türkçem ile tarif edince hoşuna gitti. Okulda Türk arkadaşlarım vardı. Biraz Türkçe öğrenmiştim. Baban her Londra’ya geldiğinde benimle buluştu. Bir birimizi sevdik ve evlenmeye karar verdik. İstanbul’a yerleştik. O zaman işleri çok iyiydi. Uzun bir süre çocuk sahibi olmak istedik. Olmadı. Baban, şirketlerini ondan sonra idare edecek bir oğlu olmasını istiyordu. Bu nedenle sık, sık aramızda sorunlar yaşadık. Bir gün hava yine bugünkü gibi karlı ve soğuktu. Sibel dünyaya gelmiş, ailesini tebrik için evden çıktık. Ortalık sakin ve sessizdi. Tam arabaya binerken kulağıma bir bebek ağlaması geldi. Sesin geldiği yöne doğru yürüdüğümüzde çalıları arasında battaniye ile örtülmüş bir bebek bulduk. Etrafımıza baktığımızda hiç kimseyi göremedik. Ben ve baban şaşkınlık içinde onu çalıların üzerinden alarak arabaya götürdük. Soğuktan donabilirdin. Battaniyenin içinden senin bize gösterdiğin o resim ve birde mektup çıktı. Ertesi gün resmin arkasında isimleri yazılı kişilerin gazetede intihar ettiklerini okudum. Hiç çocuğumuz olmayacaktı, seni bağrımıza bastık. Sen bunları öğrendiğin zaman bizi terk edip gidersin diye endişelendik ve bu güne kadar gizledik. Babanın sana bu şekilde davranmasının nedeni bu, seni gerçekten çok seviyor. Günün birinde ölen annen ve babanın yakınları seni bulup almak isterlerse, daha rahat unutabileceğini düşündüğü içindir. Seni en iyi okullarda Okuttuk, bağrımıza bastık, şimdi onu bu şekilde bırakamasın. Sana ihtiyacı var. Seni çok seviyoruz” dedi. Mert her şeyi tüm dikkatiyle dinledikten bir süre sonra sessizliğini bozdu. “Bana bütün bu olanları daha önce açıklasaydınız, bunlar tesadüfen ortaya çıkmasaydı belki hala öğrenemeyecektim, sizleri seviyorum, bundan hiç kuşkunuz olmasın. Seni annem, babamı da babam olarak kabul ediyorum, az daha farklı şeyler yapacaktım” dedi. Birden aklına Arzu geldi. “Ondan bir haber var mı?” Dedi annesine. “Senin yurt dışında olduğunu sanıyor” dedi. Mert, “bu olaylardan sonra Arzunun burayı araması beklenemez” dedi. Başını öne eğerek tekrar düşünmeye başladı. Hemen telefona sarıldı. Arzuların evini aradı.

Diğer tarafta ise Arzu gözlerini açarak etrafa bakındı. Doktor, hastanın hamile olduğunu annesine söylerken duymuştu. Kafası çok karışıktı. Bu durumdan kurtulmalıydı. Semih beyin sözleri ve o sahne tekrar gözünün önünde canlanıverdi. Karnında Mert’in çocuğunu taşıyordu. Kendini ortalığa atılmış biri gibi görüyordu. Okuldan eve o soğukta gelinceye kadar ne yapacağının düşünmüş ve düşündüklerini yapma konusunda daha da kesinlik kazandırmıştı. Onun bir suçu yoktu ama kimsenin yüzüne bakamayacaktı. Hele çok sevdiği babasına ne diyecekti. Okuldaki arkadaşlarının hiç birinin yüzüne bakamaz, buna dayanamazdı. Yerinden kalkarak mutfaktan bir bıçak aldı. Kimse fark etmeden kapıyı kilitledi. Herkes diğer odada oturmuş sohbet ediyordu. Yatma vakti yaklaşırken Çalan telefon sesiyle irkildiler. Murat bey telefon kaldırarak “kim o” dedi. “Ben, Mert. Arzunu arkadaşı.” Murat bey, “Arzu uyuyor. Biraz rahatsız.” Dedi. Mert “Onunla mutlaka konuşmalıyım” diye ısrar etti. Anne Seher Hanım odaya giderek Arzuyu uyandırmak istedi. Ancak, kapıyı açamadı. İçerden kilitlenmiş olmasına şaşırdı. Paniklenerek kapıya vurmaya başladı cevap yoktu. Diğer odada oturanlara seslendi. Odadaki herkes Serap hanımın yanına koştu. Murat bey ahizeyi yere bırakarak onları yanına geldi.“İçeriden kilitlenmiş açılmıyor.” İçlerini bir korku aldı. Kapıyı kırarak içeri girdiklerinde gördükleri manzara karşısında hepsi şok geçirdi. Bağrışmaları, “Hemen hastaneye götürelim,” Mert telefonun diğer ucundan olanları duyuyordu. Kötü bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Annesine “ben hastaneye gidiyorum. Sanırım kötü bir şeyler oldu” diyerek arabasına bindi. Semih bey Mert’in evden telaşla çıktığını görünce eşine “ne oldu?” dedi. Helen Hanım“Arzuya bir şeyler olmuş galiba, Mert oraya gitti.” Dedi.

Arzuyu hemen bir taksiye bindirerek hastaneye götürdüler. Çok kan kaybetmişti. Acil servise geldiklerinde hala nefes alıyordu. Aynı anda Mert’te hastaneye gelmişti Doktorlar hemen müdahale ederek onu ameliyata aldılar. Mert bu olaylara sebebiyet verdiği için kendini affetmiyor babası Semih beye kızıyordu. Murat beyin yanına giderek neler olduğunu sordu. “Bunlar sizin yüzünüzden başımıza geldi” dedi. Annesi Seher Hanım da artık gizleyecek bir şey olmadığını herkesin bilmesini istediği için içini dökmeye başladı. “Arzu hamile, Senden bir çocuk bekliyor. Ümit verdin ve sonra terk ettin. Ne yapmasını bekliyordun.” Dedi.“İnşallah kurtulur.” Mert bütün bunları duyduktan sonra kendinden utandı. Arzunun hamile olduğundan haberi yoktu. Şimdi öğrenmişti. Öz anne ve babasının durumu aklına geldi. Gerçekten “hatam büyük bugüne kadar benimde bilmediğim bazı şeyler varmış. Onu bugün öğrendim. Bu bizim kaderimizmiş” dedi. “Böyle olmasını istemezdim” dedi. Ortalık iyice sakinleşmiş, hep birlikte doktordan gelecek yanıtı bekliyordu. Ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktor, “şansınız varmış. Kızınız kurtulacak. Tam zamanında getirmişsiniz biraz daha gecikseydi kurtulması mucizelere kalacaktı. Bebekte iyi, tekrar geçmiş olsun, bir iki gün burada kalacak daha sonra evine dönebilir” diyerek oradan uzaklaştı. Hepsinin gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü. Mert hastane kapısında anne ve babasını fark etti. Yanlarına gitti. “Arzu kurtuldu, onu bir daha asla bırakmayacağım. Şimdi bir bebeğimiz olacak,” dedi. Semih bey ve Helen Hanım şaşırdılar ama memnun olduklarını da göstererek “düğün ne zaman olacak, torunumu ne zaman kucağıma alacağım” Dedi. Mert bu sözleri babasının ağzından duyması onu daha da mutlu etti. “Adını Semih kayacağım” dedi. Babası tüm bu olanlardan kendini sorumlu tutarak herkes den özür diledi. Onun için önemli olan şimdi oğlunun mutluluğuydu. El birliği ile her şeyin üstesinden geleceklerini düşünerek ortaklık meselesini askıya almışlardı. Semih bey “en kısa zamanda Kızınızı istemeye geleceğiz” diyerek Murat beye geçmiş olsun diyerek oradan ayrıldılar. Mert sabaha kadar hastanede Arzunun son durumu ile ilgilendi. Arzu kendine geldiği zaman yanı başındaydı. Ellerinden tutarak ona güç veriyordu.

Arzu kısa zamanda iyileşti. Taburcu oldu. Bir ay gibi kısa zaman içinde evlendiler. Her iki aile de kötü bitmek üzere iken ipten dönen bu evliliğin bu şekilde sonuçlanması nedeniyle çok mutluydu. Nur topu gibi bir oğulları oldu. Adını Semih koydular. Babası Semih beyin ağzı kulaklarına varıyordu. İşlerini düzene koyarak yeniden eski gücüne kavuştu. Arzu okulundaki görevine devam etti. Aradan iki yıl geçmişti. Arzu hanım işlerinin erken bittiği bir gün evine geldiğinde bakıcı kadın küçük Semih ile oynuyordu. Yatak odasına geldi. Eşinin sabah hazırlanırken çıkarttığı bazı gömlekleri dolaba yerleştirdiği bir sırada uzun zamandır giymediği paltolarından birini bakıcı kadına vermek istedi. Onun eşi de Mert ile aynı yapıdaydı. Hava soğuk olduğu için işlerine yarar diye düşündü. Paltonun iç cebinde biz zarf gördü. Onu eline aldığında uzun zamandır sanki burada unutulmuş gibiydi. Önemli bir şey olabileceğini düşünerek açtı. İçinde bir resim buldu. Resme baktığında teyzesi Aylin’in resmi olduğunu fark etti. Çok eski bir resimdi. O çok küçükken sevdiği biri ile kan davası nedeniyle köylerinden kaçarak İstanbul’a yerleştiklerini duymuş ve sonra ölüm haberini almışlardı. Çok üzülmüştü. Onu çok seviyordu. Arzuya hep masallar anlatır onu mutlu ederdi. Derinlere daldı geçmişinden bazı güzel anıları gözünün önüne geliverdi. Kendini toparlayarak bu resmin Mert’in paltosunun içinde ne işi vardı diye düşündü. Endişelendi, bunu öğrenmemin bir yolu vardı. Akşam zarfı verip ondan öğrenecekti. Mert’in işten dönmesini iple çekti. Mert’te işlerinin yoğunluğu nedeniyle eve biraz geç geldi. Oğlu Semih onu beklerken odasında uyuya kalmıştı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra Arzu, elindeki zarfı Mert’e uzatarak. “Uzun zamandır giymediğin paltonun cebinde buldum. İstemeyerek içindekileri gördüm. Bana söylemek istediğin bir şey var mı” dedi. Mert günün birinde Arzuya her şeyi anlatmayı düşünmüştü ve beklide bugün bu ortaya çıktığına göre zamanı gelmiştir diye resimdekileri, Helen hanımın (Can’ı) Mert’i nasıl bulduklarını bir, bir anlattı. Arzunun gözleri dolmuş ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Mert, Arzunun yüzüne bakarak, “niçin gözlerin doldu,” dediğinde “hiç” cevabını aldı. Elini tutarak “Artık bunun daha fazla saklamanın bir manası kalmadı, birlikte bu zarfı ateşe atalım ve bu geçmişi gömelim” dedi. Zarfı ateşe attılar el ele tutuşarak odalarına çekildiler. Seher hanım ve Murat Bey iki yıl sonra arka arkaya bu dünya âleminden huzur içinde göçüp gittiler. Ahmet yüksek okulu bitirdikten sonra Mert, onu yanına alarak şirketinde iyi bir yere getirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder